28 Ekim 2015 Çarşamba

Ayaküstü atlatamamak insanı üzüyor. Hastalık ve hayal kırıklığından bahsediyorum. İnsan başına gelene bir miktar direnç elbette gösteriyor ve kendini tedavi etmeyi muhakkak deniyor. Üstesinden gelemiyor, o ayrı. Diğer taraftan hepimizin ömrü, ya birilerinin hayatında dilediğimiz yere karşılık gelmeyişimize üzülmekle geçiyor, ya da varacağımız yeri en başından bilmemize rağmen varıncaya kadar üzüntüsünü sırtımızda taşımakla. Diyeceğim şu ki, övünç meselesi hâline getirdiğimiz sezgi sefaletten başka bir şey değil. Siz ne düşünürsünüz bilmiyorum ama ben o hayal kırıklığının ilk hayretini daha katlanılır buluyorum. Çünkü ben, ummadığı yerden gelen belânın insanı hizaya getirdiğine inanıyorum. Şimdi, tam bu vakitte, on bir yaşındaki öğrencimin, sıra onun ödevini kontrol etmeye geldiğinde, gözlerini kaçırmadan "Babam öldü öğretmenim, ödevimi yapamadım. Ama şimdi söylerseniz hemen tamamlarım." deyişindeki üzgün vakarını, bugün Zeynep'in tam köşeyi dönecekken "Hafızamda kesikler var." deyip o köşeyi, o mecburi dönüşü benim boğazıma düğümleyişini düşünüyorum. Söylecek bir söz, teselli olmaya layık tek bir cümle bulamayışımı ise affedemiyorum. Artık biliyorum, insanın kendisi ile arası, böyle bir yerde açılıyor. Ve insan, içinde sağlam kalan son yerleri de, yine böyle bir yerde bir bir buduyor.