Yirmili yaşlardayken, otuzdan sonra da bir hayatın olacağı fikri tuhaf geliyor. Bir kitabın bitmesi, bir filmin sona ermesi, bir devrin kapanması gibi otuz yaşına bastığım gün benim de hikâyem neticeye kavuşacakmış gibi hissediyordum. Ölmekten bahsetmiyorum tam olarak, bu öyle bir şey değil asla. Ama bir yerde vazifesini tamamlamış, bir muradı varsa ona kavuşmuş gibi bir nihayeti kastediyorum esasında. Gençlik şımarıklığı değil; "onca uzun zaman ne yapar insan, ne maksat ile yaşar" sorusunun karşılığını bulamamaktan ileri geliyor bu galiba. Çünkü otuz yıl, görüp geçireceğimiz çok şeyin sığacağı bir zaman aralığıydı. Hatta uzun sayılacak bir ömürdü hakkıyla yaşandığında. Arkamda bırakacak mühim bir işim olsa, ya da yarım kalacak bir meselem, belki ben de biraz daha ömür dilerdim gelecek günlerden.
Şimdi ardıma bakıyorum ve bana yaşadığımı hissettiren tek şeyin üzüntüden kahrolduğum günler olduğunu görüyorum. Bir hikâye sahibi olmakla hiç incinmeden yaşamak arasında bir tercih yapmak gerektiğinde, perişan olma pahasına tekrar tekrar üzülmeyi seçerim diye düşünüyorum, bütün muhtemel senaryolarda. Hayatta her şey kayıp kazanç dengesiyle açıklanmıyor zira. Zaten ömür de tam biriyle baş etmeyi öğrenmişken, diğer tarafta gizli gizli yara açmak değil midir bir bakıma? Bir şeyin döngüsünden bahsedilecekse illa bu, bir yerden yaralanmak, yara almak olmalıdır her defasında.