13 Şubat 2021 Cumartesi

servi gölgesi

 “… bir ağacın gölgesiyle konuşuyorsun;

dünyayı bir türlü almıyor aklın ve ölüm hiç çıkmıyor aklından.”

Bir çiçek aylar sonra öyle birdenbire tomurcuk verince iyi bir şey olacakmış gibi hissediyor insan. Bir dal sürgünde her şeyin yoluna gireceğinin işaretlerini arıyor. Ben de öyle yaptım. Bir daha iflah olmaz sandığım menekşenin bir sabah pıtır pıtır çiçek verdiğini görünce "nihayet" dedim. "belli ki babam iyileşecek." O sabahın üzerinden on dört gün geçti. Çiçekler hiç solmadı ama babam öldü. 

O günden sonra tüm çiçekler babamın ölümünü açtı. Balkondaki sardunya, pencere önündeki açelya, duvar dibinde hanımeli, sonbaharda kasımpatılar, kışın siklamenler hatta baharda ortancalar, yazın begonyalar bile bir ölüm nişanesiydi artık. Babamın toprağı için Ahmet her yıl tohumdan başlayarak yeni ölümler büyüttü. Kadife çiçekleri, güller, gelincikler, mor zambaklar tek tek önce saksılarda sonra babamın mezarı üzerinde açtılar. Ahmet çocukluğunun merhameti ile kuşanıp heveskâr bir heyecanla okşadıkça her birinin başını bizim içimizde ölümün şiddeti de sakinleşti. Evcimen bir yaraya dönüştü.

Bunca ölümün arasında bir hayat emaresi, ebedi bir yaşam dileği olsun diye bir servi diktik babamın başı ucuna. Yeşerip boy verdikçe babam da varlığını sürdürsün istedik. Altı ayın sonunda alt dallarından başlayarak kurudu. Bahara çıkmadı bile. Demek böyle oluyormuş dedim. Baban ölünce bir ağaç da aniden ve usulca gölgesini terk ediyormuş. Serviler kurudukça biz yeni bir tane daha iliştirdik oraya. Ölümün kesinliği ile inatlaşmaya belki de böyle başladık. 

Babamdan sonra ben hiç babam öldü demedim mesela. Zaten ne zaman babam öldü diyecek olsam kelimeler büyüdü, yarısı sığmadı ağzıma. Ben kaybetmeyi seçtim onun yerine. Bilmediğim bir şehirde, belki uzak bir ülkede tekrar bulurum ümidiyle, ölümü değil kaybetmeyi yakıştırdım ona. Ben babamı kaybedince her şey onu aramaya dönüştü. Evin her odasında, hayatta asılı duran hırkasında, arife günlerinde, bayram sabahlarında, sokağa girerken köşeyi her dönüşte, penceredeki her bekleyişte babamı bulmayı diledim. 

Annem ise başka türlü baş etti bununla. Babamın yokluğu bazen bir rüzgâr oldu evde. Hani çatıları söken, kapıları zorlayan, açık pencereleri çerçevelere çarpa çarpa perdeleri yırtan, her şeyi önüne katıp sürükleyen cinsten bir rüzgâr. İşte annem o rüzgârlardan birinde babamın kırk yıldır orada asılı duran fotoğrafını indirdi duvardan. “Bir daha asmayın, görünce içim parçalanıyor.” deyince bize de her gün tozunu alıp annemin bıraktığı yere yüzü koyun çevirme vazifesi düştü. O gün babamın yokluğu fotoğrafı ile yer değiştirip baş köşemizdeki en hatırlı misafirimiz oldu. 

Rüzgârın şiddeti geçince annem bir emanet gibi sarıldı babamdan kalanlara. O sağ iken ne varsa ondan sonra da eksik etmeyerek yokluğunu kendi hesabınca tamam etti. Bahçedeki iki kovan arı adeta babamın temsili oldu. Onlardan aldığı mahsulü tıpkı babamın sağlığında olduğu gibi ilkin komşuya pay etti. O verdikçe Allah azını çok etti. Evine bereket, kalbine rahmet ihsan eyledi. Zamanla kederi engin bir denizden sakin bir göle evrildi. Bu defa babam adına bir hayır bağışlamak üzere mezarlığa bir çeşme yaptırmaya karar verdi. “Siz ellemeyin” deyip bizi usulünce hizaya çektiğinin ertesi günü bir usta ile anlaştı. Acısının verdiği zahmet yüzünden bir senelik yol diye tarif ettiği ev ile mezarlık arası mesafeyi günlerce sabah akşam gitti geldi. Köylünün ileri geri söylenmesine hiç kulak asmadan babamdan kalan emekli maaşından artırdığı üç kuruşla kurnası ve kurunu ile tam tekmil ufak bir çeşmeyi birkaç gün içinde yaptırıverdi.  Kenarındaki kurumuş otlardan temizlettiği çitleri ilkin iğde ile bezedi. Onları çam ve ceviz fidanları takip etti. Annemin göz kilidi vurdum diyerek an be an izlediği bu taze evlatların yeni sürgünleri zamanın mecrasını da değiştirdi. Takvim gün hesabından akmayı bıraktı. Babamın yokluğu o yıl bir boğum daha uzadı. 

Babam ölünce ben her şey durur, ses durur, uyku durur, tüm dünyadaki tekmil hayat durur diye umdum. Ne kavak ağaçlarının hışırtısı durdu ne de çamların tepesindeki uğultu dindi. Ömer Amcalar yatsı vakti cemaat dağılırken trafonun dibindeki ayaküstü sohbetlerine babam olmadan devam etti. Ayşe Yenge her sene yaptığı gibi o sene de topladığı son mahsulü koltuğunun altına çaldığı pazar çantasına doldurup bostan bozmaktan döndü. Taşan sütün kokusuna yetişip eteğinin peşlerini kaldırarak kazanı ocaktan alan Zarife Teyze’nin ziyan olana hayıflanan sesi hâlâ aynı sesti. Evler aynı ev, sofralar aynı sofra, tuzun tadı aynı, suyun rengi halen berrakken babamın yokluğu ancak bizim fark ettiğimiz bir boşlukla tüm eşyaya sirayet etti. Bir sabah balkon kapısından içeri dolan kışın kokusunda ben babamın toprağına düşen ilk karı duyarken başka hanelerde hayat içeriyi sıcak tutmanın olağan telaşıyla kendini devam ettirdi. 

Ölümün uğradığı evler, ölümden önceki evlerle aynı değildir. Babamdan sonra biz de aynı kalmadık. Yaşamak bizi önüne katıp kendini sürdürse de bize o kayıptan arta kalmanın, bir boşlukta asılı kalmanın hüznü refakat etti. Babamın sırtını yaslayıp yorgunluğunu dinlendirdiği, benim çocukluğum boyunca gölgesinde kitap okuyup tarhana beklediğim erik ağacı hâlâ dururken babamın artık hayatta olmayışını aklım bir türlü almadı. Herhalde dedim ölmek, esasen ölüp gidenler için değil kalanlar için yakıştırılmış bir söz de biz kendimize bile açık etmediğimiz bir inkârla adına yaşamak diyoruz. Bu kadar derin ve kuvvetli bir acı ile öğrenilmiş bir şeyi insan bildiğini de ikrâr edemiyor üstelik. Yalnızca burada kalmış olmanın mecburiyetiyle, daha sâkin, kıpırtısız ve öyle olduğu kabullenilmiş bir yaşayışıyla devam ediyor. Teslim olmaktan başka yapacak bir şeyi olmayınca üzüntüsünün şiddetinin gittikçe azalacağı beklentisi ile müteselli oluyor. Ne tuhaf, sevdiklerin bir bir ölüyor da o ölümden sağ çıkmaya yas deniyor. 

Neyse ki insanın acıya tahammül kuvveti, hayata dönme hüneri, kederin ve çok üzülmenin parçaladığını yekpâre kılma imkânı var. Yaşamanın bütün zahmetine erişmese de belki bir kısmından azat eden, rutine tekrar döndüren bir mecburiyet var. Babam artık yok ama ben her sabah işe gidip akşamları başka başka yollardan eve dönüyorum meselâ. Bir kitabı bitirip yeni bir diziye başlıyorum. Çiçeklere su veriyorum günaşırı. Semt pazarında tezgâhın en taze meyvelerini seçme telaşından, güneşli havalardan, okul bahçesindeki ıhlamur kokusundan, çocukların sebepsiz neşelerinden ve şu hayatta illaki sevecek bir şey bulma heveslerinden kendimi alamıyorum. Yürüdüğüm sokaklarda, önünden geçtiğim restoranlarda kahveler söyleniyor, garsonlar gelip gidiyor, kahkahalar patlıyor. Hayat biteviye devam ediyor. Bir vakitler göğsümde kalkmayan daimi bir enkazın yerinde şimdi babamı her andığımda incecik bir dal yeşeriyor. 

8 Ekim 2020 Perşembe

güze ve eve dair

                                                      "Giderek daha az evindesin."


İlk defa bu sabah balkondan içeri dolan kışın kokusunu aldım. Şimdi evde olsam pencereden dağların dumanını seyrederdim. Rüzgâra direnen eski çatıların çıkardığı gürültülü sesleri dinler, tek bir çivinin koca teneke sacı çürük bir ağacın gövdesinde inatla tuttuğunu hayal ederdim. Çeşmenin kavisli demir oluğundan suyunu adeta patlayarak bırakışını, o sesin tüm harmanı aşarak eve kadar gelişini, kavak ağaçlarının yaprak hışırtılarını, çamların en tepesindeki uğultuyu bütün seslerden ayırt ederdim. Şimdi evde olsam pencereden güzün kış telaşını izlerdim. Bu mevsimde köyde evler ve bahçeler darmadağınıktır. Kilerin her köşesinde muhakkak başka bir hazırlığın kalabalığı vardır. Teklifsiz gelen komşular ortalık yerdeki bu dağınıklığın mahcubiyetini "güz evi, olacak o kadar" diyerek bertaraf ederler. 

Bizim evde pencereler yalnız bahçelere değil dağlara ve ağır ağır tırmanan dar bir vadiye bakar. Yağmur yağınca uzaktan çam, arklardan yarpuz kokusu yetişir. Böyle havalarda omuz omuza vermiş yağmurlu tepelere bakarak hayaller kurarız. Bazen vadi düşümüzde bile geçit vermez bize. Çamurlu bir sıkıntı kaplar içimizi. Sonra bahar gelir. O sıkıntılar da geçer. İlkin çiğdemler başını çıkarır topraktan. Nergisler, sümbüller hafif bir rüzgâr gördü mü hemen kokularını yayarlar fark edilmek için. Kadınlar maya tutmaya kırlara çıkarlar. Elbiselerinin üzerinden bellerine bağladıkları önlüklere topladıkları kırk türlü ot, gelecek kış geçimlerini temin edecekleri mahsulün ilk harcı olduğu kadar tazelenen hayat gailesinin de habercisidir. Gelin tacı, hırpkesen, guba, tutuya, çakır dikeni, bağ yaprağı, Mustafa çiçeği, kekik, papatya tekmili birden yeniden başlamanın nişanesidir. Geçen güzden kalan o çamurlu sıkıntı, tekrar dönmek üzere gelecek güze ertelenmiştir. O yüzden güz, önceki sıkıntıların devr-i dâimidir. 

7 Aralık 2019 Cumartesi

"Kimseler görmedi Ömür Hanım, dünyadan ben geçtim."

Bazı günler herkesi aramaya çıkmakla, bazı günler kendimi de kaybetmemeye çalışmakla geçiyor. Ama nereden baksan bu ara ilkinden vazgeçmiş, ikincinin ise tık nefes peşinden koşuyor gibiyim. Çünkü birilerine bir şeylerin neden yolunda gitmediğini açıklamaktansa, iyiymiş gibi yapmak daha hesapsız, bir gün toparlandığında tekrar yola koyulmak çok daha kolay.
İnsanlara bir şeyler anlatmak, bir şeyin içinde her ne varsa, belki güçlük, belki keder, belki musibet, belki felaket, ona ortak etmek bir bakıma. Normal şartlarda kimse böyle bir şeyin gönüllüsü olmaz asla. Arkadaşlık, dostluk gibi sıfatlarla, ya da ihtiyari olmayan bir kan bağıyla onları mecbur bırakıyoruz bir çok defa. Bunun üzücü neticeleri oluyor çoğunlukla. Elinde cetvel seni sürekli ölçüp biçen, neyin üzülmeye değer, neyin olmadığını kendi kıstaslarına göre belirleyen küçümseyici bir nasihatin muhatabı olabiliyorsun. Ya da onun sevincine, gündemine de gölge düşürmüşsün, hastalık bulaştırmışsın gibi huzursuz olmasına, mesafe almasına sebep olabiliyorsun. İnsana kendini suçlu hissettirmek ruhunu paramparça edecek kadar kuvvetli bir duygu. Öyle uzun zaman bu duygunun elinde hırpalandım ki, tutanacak bir köküm kalmayana dek kendi kendimi budadım. Bu halimle tıpkı bütün yapraklarını dökmüş, tüm dallarından vazgeçmiş bir ağaca benziyorum.
Ama mevsim muhakkak döner, herkes eninde sonunda evine döner, artık ben de dönüyorum. Şimdi ayağını hiç yere basmadan yürür gibi, ciğerini doldurmadan soluk alıp verir gibi, kimse görmeden, hiç kimseye duyurmadan  ortalığa saçılmış parçalarımı teker teker bulup bir araya getirmeye, bir kez daha kök vermeye çıkıyorum.

5 Ekim 2019 Cumartesi

Yaşamak bir bozgundur. Bu hakîkâte sarsılmaz bir inanç ile sarılıyorum. Bana öyle geliyor ki kimseyi iyi hatırlayamayacak kadar kötü anı biriktirdim. Bu acı veren hatıraları biraz geride bırakabilmek, içimde dolup taşan öfke ve kırgınlığın sonradan pişman olacağım şeylere mal olma ihtimaline karşılık ilişkilerimi korumak, belki biraz da kendimi muhafaza etmek için, kim varsa çevremde bir süredir hepsine bir miktar mesafe koydum. Biraz dinmeye, bir şeyleri yoluna koymaya, kendimi iyileştirmeye ihtiyacım vardı. Bunlara ne kadar ulaştığım tartışılır ama bu ayrılık bana iyi geldi. Biraz daha uzamasında bir mahsur da görmüyordum açıkçası. Hayat hep aynı düzlükte ilerlemiyor. Kırıldığı yerler oluyor. Eskiden bu mesafeye küskünlük derdim şimdi bana hissettirdiği şeyin sakinlikten başka bir şey olmadığını düşünüyorum. Üç gün öncesine kadar da bunda ısrarlıydım. Ancak beni çok üzen, üzmekle kalmayıp yine herşeyi kestirip atmama sebep olan bir şey yaşadım.

Babamın kaybı, hakkında pek konuşabildiğim, konuşmak istediğim, kendimde konuşacak gücü bulabildiğim bir hadise değil. Nadiren açtım kendimi, konuştuğum kişiyi seçerken hep temkinli davrandım. Buna rağmen, bütün bu imtina ve itinaya karşılık, güçlük adına ne yaşadımsa, ne zaman tökezleyip bir süreliğine devam edemediysem babamın yokluğuna yoruldu. Geldiğim son noktada bir ayrım yapıp cümle alemi bu hususta aydınlatmaya karar verdim: yaşadığım güçlüklerden hangisinin babamın yokluğu ile ilgili olduğunu, hangisinin olmadığını, duygusal olarak kesinlikle öyle bir bağ kurmadığımı, asla öyle düşünmediğimi bir bir açıklamaya.. Mesela artan sorumluluklarımın beni haliyle zorlamasının, bazen tek başıma kararlar almak mecburiyetinde kalmamın ve bunun yükünün gün geçtikçe ağırlaşmasının, herkesi idare etme, sorun çözme vazifesinin bana düşmesinin; açtığı boşluğun gün geçtikçe daha belirgin, daha berrak bir hakikat olduğunun, onu çok özleyişimin, sırtımı yasladığım dağı bir sabah orada bulamayışımın, bir çınarın gölgesini terk edişinin, bunların hepsinin babamın yokluğu ile bir ilgisi var. Ama canım insanlar sizin hoyratlığınız ve bencilliğiniz ile kırdığınız kalbimin babamla bir alakası yok. "Senin uğraştığın şeyleri görünce mutluluğumu ya da mutsuzluğumu göstermek gereksiz geldi" cümlesindeki gizli ithamın, bir çift sözün kocaman bir taşa dönüşüp beni altında bırakışının, bir problemi çözemeyişimin verdiği rahatsızlıktan bahsederken "sen hastalığı/ölümü gördün, bunu mu dert ediyorsun" kibrine maruz kalmanın, "annen hayatta" sopası ile beni ıslah çabasının inanın babamla bir ilgisi yok. Sevdiğini kaybeden herkes onu özler. Herkes şiddeti ve sıklığı zamanla değişerek, belki nispeten azalarak kaybının acısını yaşar. Orada çırılçıplak duran ölüme rağmen hayatta başka başka sorunlar, dertler peydah olur. Ama bir taraftan herkes o yokluğu başka bir şekilde inşa eder. Başka tutamaçlar, hayatı yaşanılır kılan yeni detaylar bulur. Bunların hepsini ben de böyle yaşayıp tecrübe ediyorum. Ben bugüne kadar hiç coşkuyla yaşayan bir insan olmadım. Sakinliği ve sıradan olmayı sevdim. Basit mutlulukları, kendine yetebilmeyi sevdim. Sıkıntıdan canım burnuma da çıksa beklemeyi ve bana takdir ettiği hayrı kavrayabilmeyi, rıza gösterebilmeyi sevdim. Peki canım insanlar ben neden bunu size göstermeliyim? Size neyi ispat etmeliyim? Annemin sağ ve yanıbaşımda oluşunun şu dünyada sahip olduğum herşeyin karşılığından çok çok daha büyük bir nimet olduğunun ferahlığını hiçbir şeye değişmeyeceğimi mi meselâ? Hayatta hiçbir sıkıntının ölümle, sevdiğin insanın ölümüyle kıyaslanamayacağına, bu hakîkâtin dünyadaki bütün dertleri bir tarafıyla önemsiz, diğer tarafıyla çözülebilir kıldığına dair sonsuz güveni mi? Hangisinden başlamalıyım? O'nunla içimden konuşmamı beğenmiyorsunuz madem. Size göstere göstere mi şükretmeliyim? Ne yaparsam, ne söylersem ikna olursunuz? Her insanın deneyimi biriciktir. Herkesin başa çıkma biçimi kendine özgüdür. Ben, sen olmadığım için, senin gibi davranmadığım için mi elimdekilerin kıymetini bilmiyor oluyorum? Bunun tam izahı nedir Allah aşkınıza? Bir insan maksadını bu denli aşan bir yorum ile nasıl bir iyilik umabilir? Gerçekten kendi olmak böyle bir konuşma cesareti gösterebilmek midir? Aynı acılardan geçmiş olmakla mesafeyi kapatmak dururken, bir insanın mücadelesini, dik durma gayretini değersizleştiren böyle bir üsluptan nasıl fayda umulur? Bu nasıl üsttenci bir dil? Nasıl oluyor da insanın yaşadığı acı, bir yerden sonra böylesi bir kibre dönüşebiliyor?..

22 Kasım 2018 Perşembe

"Kışa geçmiş denmezdi ve sen uzaklardaydın, Bunlarla oyalandım ben de, gölgenmiş gibi."

Bahçedeki kayısı ağacı ilk defa bu bahar çiçek vermedi. Annem bunu babamın yokluğunu hissetmesine yordu. Gidenin geride bıraktığı temsiller olur. Evdeki her eşya, bahçedeki her bir ağaç, atölyedeki bütün aletler, raftaki kavanozlarda tek tek her bir çivi, çekmecedeki bir çift gözlük, bir kitabın ilk sayfasına yazdığı isim, askıdaki bir hırka, bir fotoğraf çerçevesine yerleşmiş bir bakış, penceredeki bir bekleyiş.. 

Her şey düşünerek öğrenilmiyor bu hayatta. Hastane odasında ezberlediğiniz bir çift el olabilir. Bir mezarın dört mevsimi, bir servinin gölgesi, o gölgenin nasıl incindiği.. Bütün bunlar ancak kaybedince bilinir.

Zamanın elinde bazı şeyler aynısı ile kalıyor. Büyük bir kayıp, o olan azıcık şeyi sana sevdirerek var olmayı sürdürüyor. Bunun böyle olması başından savılacak bir musibet, aşılacak bir zorluk değil. En kıymetli hatıran nedir deseler babamın acısı derim. Aylar sonra girdiğim evin her odasında onu aradığımda da en kıymetli hatıram bu acıydı zira.
Böyle bir duygunun en korkunç yanı hiçbir şeyin geçiremeyecek olması. Ölüm, gizli ve sonsuz bir ağrı. İnsan içindeki tüm hisleri bir yere, birine yaslayabilir. Ama yokluk öyle olmuyor. İnsan yokluğu ne bir yere yaslayabiliyor ne de içindeki yokluğa yaslanabiliyor. Yokluk zorlu ve derin bir duygu. Dünyada hiçbir çaba onu karşılayacak bir mevcut var edemiyor. Belki de bu yüzden başıma gelen her türlü zorlukların, bütün düşmelerimin, kalkamamalarımın, kırgınlıklarımın, kızgınlıklarımın adını yorgunluk koyuyorum. Bu kadar hissi hem kuşatan hem de üzerini ustalıkla örten başka bir kelime bilmiyorum. 

İnsana kendini evinde hissettiren ayrıntılar vardır. Belki yastığın üzerindeki bir çöküntü, mutfak rafındaki bardağın yeri, kavanozdaki son kahvenin miktarıdır; belki evde çiçek yetiştirmesi, çıkarken kapı ağzında bıraktığı terliğidir; belki de salondan odaya geçerken baktığı ayna, uzandığında elinin ezbere ulaştığı mesafedir. İnsan evinde emniyettedir, bunu herkes böyle bilir. Peki ya kırılmadığımız kimse kalmadıysa ve gidecek yerimiz yoksa, ev neresidir? Yoksa dünya evimiz değildir midir? İşte bu tereddüt, her şeyi değersizleştirir.

Çok koşup asla varamayan birine uzun bir yolu bitirmenin ve bir ağaç altında dinlenmenin saadetini tarif edemezsiniz. Sonunda güzel günleri gören birinin çile çekmeyi övmesi önemsizdir. İnsan henüz gençken ufak tefek hataların yarattığı zararları onarabileceği sonsuz fırsatların doğacağını zanneder. Böyle küçük şeylerin bir gün bütün düşleri ebediyen erişilmez kılacağına dair bir işaret yoktur o anda. Oysa  zaman başkalarına cömertçe bağışladığını senden esirgeyebilir. Yaşam bir yenilgidir ve insan bunu yaş aldıkça kabullenir.

Yine de dünyayı dayanılır kılan şeyler var. Bu gerçeğe başımı çarptıkça kalbim paramparça oluyor ama var. İnsan buna alışmıyor, artık öyle yaşıyor. Daha sakin, daha neşesiz, daha seyrek gülerek. Vadesi dolunca herkese isabet edecek bir felaketti yaşadığım ve ben sıramı savdım.

22 Eylül 2017 Cuma

Hiç tamamlanamayacağımız bir yerden eksildik.

20 Temmuz 2017 Perşembe

Kendimizi taşıyacak kuvvet hakikâten dizlerimizin bağındaymış. Bunu ilk, babamın hastalığını öğrendiğimde değil de doktorun hiçbir izaha gerek duymadan "Aşağı inin, ameliyat hazırlıklarını başlatın." derken takındığı umursamaz ve kaskatı tavırla fark ettim. On dört gün boyunca dik durup herkese ümit veren ben, o gün eve giden mesafeyi ayaklarımı sürükleyerek kat ettim. Bundan evvel yaşadığım zor günler olmuştu, ama hakîkatte hiçbiri bundan daha çetin değildi. İnsanın dünyada bir acının cahili olabileceği daha evvel hiç aklıma gelmemişti. Daha evvel birilerinin "hayırlısı olsun" dileğine güceneceğimi de hiç düşünmemiştim. Tevekkül ancak yaşayarak ve sınanarak öğrenebileceğimiz bir şeydi, bunu biliyordum, ancak daha evvel hiç tecrübe etmemiştim. Ben tüm bunları bir anda, göğsüm çatırdayarak öğrendim. Eskiden olsa üç ay sonrasını hayal eder, teselli bulurdum. Şimdi ise bu günler nasıl geçer hiç bilmiyorum. Annemin dualarını ve benim şifa ümitlerimi, varılacak tek kapının sahibine emanet ediyorum.



22 Haziran 2017 Perşembe

20 Haziran 2017 Salı


"daha güzel bir günde gel 
bugün paramparça oldum"

Çocuktum henüz. Annem birlikte yaptığımız uzun yürüyüşlerin ardından yorgunluğunu bir ahlat ağacının gölgesinde dinlendirirdi. Annemin hikâyesi böyle başlamalıydı. Size annemi tanıştıracak olsaydım, ilkin bu ağaç serinliğinden bahis açardım. Pencere önlerinde kuruttuğu naneleri, mushaf sayfalarında biriktirdiği gülleri, kapının üst eşiğine asılmış bir demet yayla çiçeğini, gurbetten gelen misafirlerini rengârenk reçeller ile uğurlayışını, evinin tüm imkânını bir tutam reyhan, bir pişirimlik kesme çorba ile ikram edişini anlatırdım.

Hikâyeyi biraz daha geriye götürecek olsaydım, şimdilerde bir yıkıntıya dönüşen iki katlı kargir bir ev ve içinde toza bulanmış birkaç parça eşya ile saat tamircisi bir baba ve kızlarını gelin ederken her birine göbeğinde kırmızı, küçücük bir taş olan çiçek motifli bir çift altın küpe hediye eden bir anneyi de kurguya dahil ederdim. Hatta o annenin bir çift nasihati gizli bir maharetle kızının kulağına küpe edişindeki ustalığından övgüyle bahsederdim.

Daha ileri gidecek olsaydım buradan bir hayat dersi bile çıkarırdım. Çünkü kadınlar arasında tevarüs eden şeyin yalnızca saçlarını nasıl ördükleri değil, talihin de nesilden nesile aktarıldığına inanırım. Belki de bu yüzden biz kadınlar, hayatta en çok annelerimize muhalifken, yaş aldıkça onlara dönüşürüz. Zamanla kendimiz ile annelerimizin bir ortalaması hâline geliriz. Tabi bu, onlarla aramızda ayrılıklar olmadığı mânâsına gelmez. Ne tuhaftır ki onlardan öğrenip de yaptığımız hiçbir şey, ona annemizin eli değmiş hissini vermez. Tamam olduğumuz yer, onun noksanına dahi yetişmez. Meselâ benim annem uzun uzun konuşmayı sevmez. O, görmüş geçirmiş olmanın verdiği ağırbaşlı bir temkinlilik ile hizasını muhafaza ederken ben hayat üzerine konuşmaya bayılırım. Fırsatını bulsam sürekli benden söz açarım. Kendinden bahsetmenin bir yerden sonra, bir türlü yutamadığın bir lokmayı ağzında çevirip durmaya benzediğini bilmeme rağmen, kendimi anlatmanın yollarını ararım.

Henüz genç sayılacak bir yaştayım. Çocukların artık pek uğramadığı okulun yorgun gölgesini, günlerdir bahçedeki ıhlamur ağacının altında, mezarlıktan gelen yasemin kokusuyla birlikte seyrediyorum. Annemin bir ağaç altında başlayan hikâyesine karşılık, belki benimkini de burada bir nihayete kavuştururum. 

Size kendimi tanıştıracak olsam akşam üzerinden, rüzgâra kapılan perdelerden ve yaz günlerinin güçlüğünden bahis açarım. Bir şeyin güçlüğünden ve içimde yer etmiş üzüntüsünden, tetikte duran bir felâketten ve felâketlerin cömertliğinden, ayrılık zamanlarının hüznünden, gidenin geride bıraktığı temsillerinden, başkalarında kat edemediğim mesafeleri onda kat etmekten, içimdeki kavuşmak hissini bir başkasının odasında, bir başkasının duvarında asılı bulmaktan ötürü duyduğum tedirginlikten; pişmanlık değil, belki değil, keşke değil, ama ille de göğsümü çatlatan bu şeyden, bu yekpare üzüntüden bahsederim. 

Bir şeyler yolunda gitmiyor, bu inkâr edilecek gibi değil. Ama nasıl oluyorsa bu aksaklık görüntünün kusursuzluğuna bir halel de getirmiyor. Başımıza gelenlerden bakiye olarak bize galiba bir alışmışlık hissi kalıyor. İnsanın yerini bildiği bir yara bir gün tekrar açılıyor ve iyileşirken bize, alışkanlık dediğimiz o teklifsiz miras refakat ediyor. Ümidini kesmek demeye dilim varmıyor. Çünkü orada olduğunu artık hatırlamadığımız ya da unutmak için kat kat sargılarla sardığımız bir yarayı ümit derinleştirir. Halbuki alışmak daha kolaydır ve kendiliğinden gerçekleşir. 

Ben kalbimin yerini merak ederken buldum ilk. Ondan önce, her şeyi olduğu gibi kabullenmenin ve dünyada hiçbir şey karşısında hayret etmemenin, benden başka kimsenin tahammül edemeyeceği bir sabır ve yalnız bana layık bir erdem oluşu ile övünürdüm. Sınanmadığı şeyin cehaletinin insanda bir kibir iktidarına dönüştüğünü sonradan öğrendim. Yine de merak ettim. Sonu sana çıkan bir yol, tek bir uçtan bile olsa kapanacağını ümid edebileceğim bir mesafe, dizinin dibine düşürecek bir bahane aradım. O mesafenin asla kapanamayacağını, kederine dahi layık olamayacağımı bile bile merak ettim. Bilmediğim o dili bir gün belki sökerim diye ümid ettim. Kendine zulmetmenin onlarca yolu vardı ama hiçbiri, aranızdaki mesafeyi kapatamayacağını bildiğin şeyi ömrünce beklemek kadar vurucu değildi; ben yine de ısrar ettim. Sana duyduğum hayranlıktan neredeyse kalbim çatlayacaktı. Ama şimdi ne bir yol, ne de bir ümit kaldı. İçimdeki menzile açılan kapı kapandı. Anahtar çevrildi, kapı arkadan sürgülendi. Bu defa hissettim o kesinliği. Beklemek basireti bağlıyordu, doğru; ancak dürüst olmak gerekir ki nasip dediğimiz şeyde geç kalmanın yeri yoktu. Benim olan şey, bana muhakkak bir kolaylıkla gelirdi. Eğer benimse, benim nasibimse, mecrasını şaşırmazdı. Aksi hâlde bütün dünya bir olur, onu zaten benden uzaklaştırırdı. Bana ait olmayanın bana bir türlü kavuşmayacağını biliyordum. Bu yokluğun bende açacağı yarayı ise asla tahmin etmiyordum. Sevmek kısmet, kavuşmak dilek, ayrılık sabır, ölüm sınavdı. Tevekkül dersen tek çareydi ama hakîkatte o da bir bakıma yorgunluktu. Güç yetiremediğimiz bir kaderin peşinde nefese nefese, durmaksızın koşuyordu.

Bu dünyada umduğunu bulamamak, bulduğunu hiç ummamış olmak, başına gelene râzı olamamak, râzı olmadığına ses çıkaramamak insana derin bir güceniklik olarak yetiyor. Aynı yerden vurulmak, insana belini doğrultamayacağı bir yük ve artık faydasız bir tecrübeden daha fazlasını maalesef vaad etmiyor. Halbuki kime sorsanız size; belaya sabır, zorluğa tahammül göstermek, düşünce kalkmak, yenilince tekrar denemek ile eninde sonunda kazanmak arasındaki görünmez ve hakiki bağı savunacaktır. Ancak bu bağ; bütün hevesleri kırılmış, arzuları elinden alınmış bir kalbin yenildiği, üstelik güzellikle yenildiği, burdan çıkan kazancın yalnız muzaffer bir yenilgi olduğu hakîkâtini değiştirmeyecektir. Bundan sonrası artık meraksız ve yavan bir bekleyiştir.

Bugüne dek peşimi hiç bırakmayan ve bana annemden geçtiğine inandığım bu çok incinmiş ve kırılmış hâl belki de ortak bir kaderdir. Bütün kadınlar, bu ortak kaderden payına düşeni günü gelince muhakkak alacaktır. Bir anneye sahip olmak, bir yerden sonra yolu onun gibi yürümek, onun gibi yol almaktır. "Belki de bu mutlak soya çekim, günü gelince herşeyi bir kenara bırakıp "annem olsa ne yapardı?" sorusuna cevap bulmaktır."



13 Mart 2017 Pazartesi

Yirmili yaşlardayken, otuzdan sonra da bir hayatın olacağı fikri tuhaf geliyor. Bir kitabın bitmesi, bir filmin sona ermesi, bir devrin kapanması gibi otuz yaşına bastığım gün benim de hikâyem neticeye kavuşacakmış gibi hissediyordum. Ölmekten bahsetmiyorum tam olarak, bu öyle bir şey değil asla. Ama bir yerde vazifesini tamamlamış, bir muradı varsa ona kavuşmuş gibi bir nihayeti kastediyorum esasında. Gençlik şımarıklığı değil; "onca uzun zaman ne yapar insan, ne maksat ile yaşar" sorusunun karşılığını bulamamaktan ileri geliyor bu galiba. Çünkü otuz yıl, görüp geçireceğimiz çok şeyin sığacağı bir zaman aralığıydı. Hatta uzun sayılacak bir ömürdü hakkıyla yaşandığında. Arkamda bırakacak mühim bir işim olsa, ya da yarım kalacak bir meselem, belki ben de biraz daha ömür dilerdim gelecek günlerden.

Şimdi ardıma bakıyorum ve bana yaşadığımı hissettiren tek şeyin üzüntüden kahrolduğum günler olduğunu görüyorum. Bir hikâye sahibi olmakla hiç incinmeden yaşamak arasında bir tercih yapmak gerektiğinde, perişan olma pahasına tekrar tekrar üzülmeyi seçerim diye düşünüyorum, bütün muhtemel senaryolarda. Hayatta her şey kayıp kazanç dengesiyle açıklanmıyor zira. Zaten ömür de tam biriyle baş etmeyi öğrenmişken, diğer tarafta gizli gizli yara açmak değil midir bir bakıma? Bir şeyin döngüsünden bahsedilecekse illa bu, bir yerden yaralanmak, yara almak olmalıdır her defasında.

22 Ekim 2016 Cumartesi

üzgünlük bahsi

İnsan bir pencere de göğsüne açmak istiyor. Bir dağı kucakladım. Bir nehre su verdim. Bir yokuşu düzlüğe, bir kapıyı eşiğe eriştirdim. Dünya denilen bu modası geçmiş yerde, kendime ömür denilen bir elbise biçtim. Yaşımla ölçtüm zamanı. Hiç yoktan vardım. Her sabah nasıl olsa uyanacağım diye, her gece kesinlikle uyumalıydım.

İnsan aldığı nefes göğe kavuşsun istiyor. Bir endişeyi besledim. Bir acıyı kavradım. Bir sabırdan biraz tahammül, bir rüyadan biraz hâtırâ ayırdım. Her kitaptan bir kahraman, her şarkıdan bir düş çıkardım. Birkaç sözcük aralamalı, bir mânâya biraz genişlik katmalıydım. Bilmediğim o dili bir gün söker miyim diye, her gün her gece yeniden okumalıydım.

İnsan hastalığı ve hayal kırıklığını ayaküstü atlatmak istiyor. Bir kırgınlık terk ettim. Bir ayrılığı mağlup ettim. Bir yalnızlık bağışladım, ummadığım bir yenilgiyi karşıladım. Bulamamak pahasına aradım, unutmak pahasına hatırladım. Kederi bir misafir gibi ağırladım, neşeyi başımdan savdım. Dert denilen bu sonsuz sermaye hiç tükenmesin diye, ben seni sevmeye her gün yeniden, yeniden başladım.



27 Şubat 2016 Cumartesi

Meseleyi bir çözüme kavuşturamadım, ama bu defa adını koyuyorum. Kendimle girdiğim bu göğüs göğüse harpten, ben yine mağlup ayrılıyorum. Bir koşulu ya da vaziyeti değiştiremeyeceğini bilmek, insana kırgın bir rehavet veriyor. Ümitsizliğin bu emniyet hissini nasıl verebildiğini, insanın bir yenilgiden böyle coşkuyla nasıl dönebileceğini kendime bir türlü izah edemiyorum. Kendime bile söyleyemediğim bu sırrı bir gün açık edersem diye, hazırda bekletilen bir dikiş kutusu gibi, ağız denilen sonsuz bir yarayı dikiyorum. Gözyaşına teselli olan bir mendili, ayrılıktan bağışlayıp da ipeğe kavuşturamıyorum. Birinin yalnızca nasılsın demesi bile kalbimi paramparça etmeye yetiyor. Üzülüyorum. Hem çok üzülüyorum. Bir türlü teskin olmayan bu kederi, bir oyuk gibi her gün göğsüme işliyorum.

14 Kasım 2015 Cumartesi

Sevgili Bilge,
Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla. Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslına bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı, bu satırı da neden yazdım? diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa, Sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terkedinceye kadar gidipgelenaziz varlık masalına kimse inanmayacaktır. bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır.
Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle, Sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığı mahkum edildim. (İnsanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. Durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiç kimseyi görmüyorum. Albay da artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (Bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar yazı, Sevgili Bilge; kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor.)


* Oğuz Atay-Tehlikeli Oyunlar

4 Kasım 2015 Çarşamba

.. ve elbette ben, bu dünyadan sana kırgın ayrılacağım.

1 Kasım 2015 Pazar

yenilgiden dönerken*

Kendini emniyette hissettiğin bir yer söyle deseler hiç tereddüt etmeden evimi tarif ederim. Burada, bu yatağın üzerinde, çoktan tüylenmiş bin yıllık hırkamı parmak uçlarıma kadar çekip pencereden ara sıra sokağı seyrediyorum, arada sevdiğim kitapların sayfalarını hızlı hızlı gözden geçiriyorum. Eskiden üzüldüğümde ıhlamur kaynatırdım, şimdi bir fincan süt ısıtıyorum. Sezen Aksu'nun kaçırdığım şarkısı var mı diye albüm listelerini baştan sona gözden geçiriyorum. Arada da düşünüyorum. Öyle esaslı bir kırılma noktası olmadığı hâlde nasıl bu kadar değiştiğime hayret ediyorum. Herşeyi olduğu gibi anlamak, oluruna bırakmakmış biraz da. Belki de tükenmişlik böyle bir şey, şimdilik bilmiyorum. Sanki ciğerlerim yüksek sesle konuşuyor. İnsanlarla münasebetini her zaman aynı kuvvette, aynı düzlükte tutamazsın diye beni bir kez daha ihtar ediyor. Hak veriyorum ve herkesi bir bir bağışlıyorum.
..
Merhaba. Yılgınlık bahsini ben, bu yaşımda bu kez, bir yenilgi ile taçlandırıyorum.