“… bir ağacın gölgesiyle konuşuyorsun;
dünyayı bir türlü almıyor aklın ve ölüm hiç çıkmıyor aklından.”
Bir çiçek aylar sonra öyle birdenbire tomurcuk verince iyi bir şey olacakmış gibi hissediyor insan. Bir dal sürgünde her şeyin yoluna gireceğinin işaretlerini arıyor. Ben de öyle yaptım. Bir daha iflah olmaz sandığım menekşenin bir sabah pıtır pıtır çiçek verdiğini görünce "nihayet" dedim. "belli ki babam iyileşecek." O sabahın üzerinden on dört gün geçti. Çiçekler hiç solmadı ama babam öldü.
O günden sonra tüm çiçekler babamın ölümünü açtı. Balkondaki sardunya, pencere önündeki açelya, duvar dibinde hanımeli, sonbaharda kasımpatılar, kışın siklamenler hatta baharda ortancalar, yazın begonyalar bile bir ölüm nişanesiydi artık. Babamın toprağı için Ahmet her yıl tohumdan başlayarak yeni ölümler büyüttü. Kadife çiçekleri, güller, gelincikler, mor zambaklar tek tek önce saksılarda sonra babamın mezarı üzerinde açtılar. Ahmet çocukluğunun merhameti ile kuşanıp heveskâr bir heyecanla okşadıkça her birinin başını bizim içimizde ölümün şiddeti de sakinleşti. Evcimen bir yaraya dönüştü.
Bunca ölümün arasında bir hayat emaresi, ebedi bir yaşam dileği olsun diye bir servi diktik babamın başı ucuna. Yeşerip boy verdikçe babam da varlığını sürdürsün istedik. Altı ayın sonunda alt dallarından başlayarak kurudu. Bahara çıkmadı bile. Demek böyle oluyormuş dedim. Baban ölünce bir ağaç da aniden ve usulca gölgesini terk ediyormuş. Serviler kurudukça biz yeni bir tane daha iliştirdik oraya. Ölümün kesinliği ile inatlaşmaya belki de böyle başladık.
Babamdan sonra ben hiç babam öldü demedim mesela. Zaten ne zaman babam öldü diyecek olsam kelimeler büyüdü, yarısı sığmadı ağzıma. Ben kaybetmeyi seçtim onun yerine. Bilmediğim bir şehirde, belki uzak bir ülkede tekrar bulurum ümidiyle, ölümü değil kaybetmeyi yakıştırdım ona. Ben babamı kaybedince her şey onu aramaya dönüştü. Evin her odasında, hayatta asılı duran hırkasında, arife günlerinde, bayram sabahlarında, sokağa girerken köşeyi her dönüşte, penceredeki her bekleyişte babamı bulmayı diledim.
Annem ise başka türlü baş etti bununla. Babamın yokluğu bazen bir rüzgâr oldu evde. Hani çatıları söken, kapıları zorlayan, açık pencereleri çerçevelere çarpa çarpa perdeleri yırtan, her şeyi önüne katıp sürükleyen cinsten bir rüzgâr. İşte annem o rüzgârlardan birinde babamın kırk yıldır orada asılı duran fotoğrafını indirdi duvardan. “Bir daha asmayın, görünce içim parçalanıyor.” deyince bize de her gün tozunu alıp annemin bıraktığı yere yüzü koyun çevirme vazifesi düştü. O gün babamın yokluğu fotoğrafı ile yer değiştirip baş köşemizdeki en hatırlı misafirimiz oldu.
Rüzgârın şiddeti geçince annem bir emanet gibi sarıldı babamdan kalanlara. O sağ iken ne varsa ondan sonra da eksik etmeyerek yokluğunu kendi hesabınca tamam etti. Bahçedeki iki kovan arı adeta babamın temsili oldu. Onlardan aldığı mahsulü tıpkı babamın sağlığında olduğu gibi ilkin komşuya pay etti. O verdikçe Allah azını çok etti. Evine bereket, kalbine rahmet ihsan eyledi. Zamanla kederi engin bir denizden sakin bir göle evrildi. Bu defa babam adına bir hayır bağışlamak üzere mezarlığa bir çeşme yaptırmaya karar verdi. “Siz ellemeyin” deyip bizi usulünce hizaya çektiğinin ertesi günü bir usta ile anlaştı. Acısının verdiği zahmet yüzünden bir senelik yol diye tarif ettiği ev ile mezarlık arası mesafeyi günlerce sabah akşam gitti geldi. Köylünün ileri geri söylenmesine hiç kulak asmadan babamdan kalan emekli maaşından artırdığı üç kuruşla kurnası ve kurunu ile tam tekmil ufak bir çeşmeyi birkaç gün içinde yaptırıverdi. Kenarındaki kurumuş otlardan temizlettiği çitleri ilkin iğde ile bezedi. Onları çam ve ceviz fidanları takip etti. Annemin göz kilidi vurdum diyerek an be an izlediği bu taze evlatların yeni sürgünleri zamanın mecrasını da değiştirdi. Takvim gün hesabından akmayı bıraktı. Babamın yokluğu o yıl bir boğum daha uzadı.
Babam ölünce ben her şey durur, ses durur, uyku durur, tüm dünyadaki tekmil hayat durur diye umdum. Ne kavak ağaçlarının hışırtısı durdu ne de çamların tepesindeki uğultu dindi. Ömer Amcalar yatsı vakti cemaat dağılırken trafonun dibindeki ayaküstü sohbetlerine babam olmadan devam etti. Ayşe Yenge her sene yaptığı gibi o sene de topladığı son mahsulü koltuğunun altına çaldığı pazar çantasına doldurup bostan bozmaktan döndü. Taşan sütün kokusuna yetişip eteğinin peşlerini kaldırarak kazanı ocaktan alan Zarife Teyze’nin ziyan olana hayıflanan sesi hâlâ aynı sesti. Evler aynı ev, sofralar aynı sofra, tuzun tadı aynı, suyun rengi halen berrakken babamın yokluğu ancak bizim fark ettiğimiz bir boşlukla tüm eşyaya sirayet etti. Bir sabah balkon kapısından içeri dolan kışın kokusunda ben babamın toprağına düşen ilk karı duyarken başka hanelerde hayat içeriyi sıcak tutmanın olağan telaşıyla kendini devam ettirdi.
Ölümün uğradığı evler, ölümden önceki evlerle aynı değildir. Babamdan sonra biz de aynı kalmadık. Yaşamak bizi önüne katıp kendini sürdürse de bize o kayıptan arta kalmanın, bir boşlukta asılı kalmanın hüznü refakat etti. Babamın sırtını yaslayıp yorgunluğunu dinlendirdiği, benim çocukluğum boyunca gölgesinde kitap okuyup tarhana beklediğim erik ağacı hâlâ dururken babamın artık hayatta olmayışını aklım bir türlü almadı. Herhalde dedim ölmek, esasen ölüp gidenler için değil kalanlar için yakıştırılmış bir söz de biz kendimize bile açık etmediğimiz bir inkârla adına yaşamak diyoruz. Bu kadar derin ve kuvvetli bir acı ile öğrenilmiş bir şeyi insan bildiğini de ikrâr edemiyor üstelik. Yalnızca burada kalmış olmanın mecburiyetiyle, daha sâkin, kıpırtısız ve öyle olduğu kabullenilmiş bir yaşayışıyla devam ediyor. Teslim olmaktan başka yapacak bir şeyi olmayınca üzüntüsünün şiddetinin gittikçe azalacağı beklentisi ile müteselli oluyor. Ne tuhaf, sevdiklerin bir bir ölüyor da o ölümden sağ çıkmaya yas deniyor.
Neyse ki insanın acıya tahammül kuvveti, hayata dönme hüneri, kederin ve çok üzülmenin parçaladığını yekpâre kılma imkânı var. Yaşamanın bütün zahmetine erişmese de belki bir kısmından azat eden, rutine tekrar döndüren bir mecburiyet var. Babam artık yok ama ben her sabah işe gidip akşamları başka başka yollardan eve dönüyorum meselâ. Bir kitabı bitirip yeni bir diziye başlıyorum. Çiçeklere su veriyorum günaşırı. Semt pazarında tezgâhın en taze meyvelerini seçme telaşından, güneşli havalardan, okul bahçesindeki ıhlamur kokusundan, çocukların sebepsiz neşelerinden ve şu hayatta illaki sevecek bir şey bulma heveslerinden kendimi alamıyorum. Yürüdüğüm sokaklarda, önünden geçtiğim restoranlarda kahveler söyleniyor, garsonlar gelip gidiyor, kahkahalar patlıyor. Hayat biteviye devam ediyor. Bir vakitler göğsümde kalkmayan daimi bir enkazın yerinde şimdi babamı her andığımda incecik bir dal yeşeriyor.