22 Kasım 2018 Perşembe

"Kışa geçmiş denmezdi ve sen uzaklardaydın, Bunlarla oyalandım ben de, gölgenmiş gibi."

Bahçedeki kayısı ağacı ilk defa bu bahar çiçek vermedi. Annem bunu babamın yokluğunu hissetmesine yordu. Gidenin geride bıraktığı temsiller olur. Evdeki her eşya, bahçedeki her bir ağaç, atölyedeki bütün aletler, raftaki kavanozlarda tek tek her bir çivi, çekmecedeki bir çift gözlük, bir kitabın ilk sayfasına yazdığı isim, askıdaki bir hırka, bir fotoğraf çerçevesine yerleşmiş bir bakış, penceredeki bir bekleyiş.. 

Her şey düşünerek öğrenilmiyor bu hayatta. Hastane odasında ezberlediğiniz bir çift el olabilir. Bir mezarın dört mevsimi, bir servinin gölgesi, o gölgenin nasıl incindiği.. Bütün bunlar ancak kaybedince bilinir.

Zamanın elinde bazı şeyler aynısı ile kalıyor. Büyük bir kayıp, o olan azıcık şeyi sana sevdirerek var olmayı sürdürüyor. Bunun böyle olması başından savılacak bir musibet, aşılacak bir zorluk değil. En kıymetli hatıran nedir deseler babamın acısı derim. Aylar sonra girdiğim evin her odasında onu aradığımda da en kıymetli hatıram bu acıydı zira.
Böyle bir duygunun en korkunç yanı hiçbir şeyin geçiremeyecek olması. Ölüm, gizli ve sonsuz bir ağrı. İnsan içindeki tüm hisleri bir yere, birine yaslayabilir. Ama yokluk öyle olmuyor. İnsan yokluğu ne bir yere yaslayabiliyor ne de içindeki yokluğa yaslanabiliyor. Yokluk zorlu ve derin bir duygu. Dünyada hiçbir çaba onu karşılayacak bir mevcut var edemiyor. Belki de bu yüzden başıma gelen her türlü zorlukların, bütün düşmelerimin, kalkamamalarımın, kırgınlıklarımın, kızgınlıklarımın adını yorgunluk koyuyorum. Bu kadar hissi hem kuşatan hem de üzerini ustalıkla örten başka bir kelime bilmiyorum. 

İnsana kendini evinde hissettiren ayrıntılar vardır. Belki yastığın üzerindeki bir çöküntü, mutfak rafındaki bardağın yeri, kavanozdaki son kahvenin miktarıdır; belki evde çiçek yetiştirmesi, çıkarken kapı ağzında bıraktığı terliğidir; belki de salondan odaya geçerken baktığı ayna, uzandığında elinin ezbere ulaştığı mesafedir. İnsan evinde emniyettedir, bunu herkes böyle bilir. Peki ya kırılmadığımız kimse kalmadıysa ve gidecek yerimiz yoksa, ev neresidir? Yoksa dünya evimiz değildir midir? İşte bu tereddüt, her şeyi değersizleştirir.

Çok koşup asla varamayan birine uzun bir yolu bitirmenin ve bir ağaç altında dinlenmenin saadetini tarif edemezsiniz. Sonunda güzel günleri gören birinin çile çekmeyi övmesi önemsizdir. İnsan henüz gençken ufak tefek hataların yarattığı zararları onarabileceği sonsuz fırsatların doğacağını zanneder. Böyle küçük şeylerin bir gün bütün düşleri ebediyen erişilmez kılacağına dair bir işaret yoktur o anda. Oysa  zaman başkalarına cömertçe bağışladığını senden esirgeyebilir. Yaşam bir yenilgidir ve insan bunu yaş aldıkça kabullenir.

Yine de dünyayı dayanılır kılan şeyler var. Bu gerçeğe başımı çarptıkça kalbim paramparça oluyor ama var. İnsan buna alışmıyor, artık öyle yaşıyor. Daha sakin, daha neşesiz, daha seyrek gülerek. Vadesi dolunca herkese isabet edecek bir felaketti yaşadığım ve ben sıramı savdım.

2 yorum: