14 Kasım 2015 Cumartesi

Sevgili Bilge,
Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla. Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslına bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı, bu satırı da neden yazdım? diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa, Sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terkedinceye kadar gidipgelenaziz varlık masalına kimse inanmayacaktır. bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır.
Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle, Sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığı mahkum edildim. (İnsanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. Durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiç kimseyi görmüyorum. Albay da artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (Bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar yazı, Sevgili Bilge; kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor.)


* Oğuz Atay-Tehlikeli Oyunlar

4 Kasım 2015 Çarşamba

.. ve elbette ben, bu dünyadan sana kırgın ayrılacağım.

1 Kasım 2015 Pazar

yenilgiden dönerken*

Kendini emniyette hissettiğin bir yer söyle deseler hiç tereddüt etmeden evimi tarif ederim. Burada, bu yatağın üzerinde, çoktan tüylenmiş bin yıllık hırkamı parmak uçlarıma kadar çekip pencereden ara sıra sokağı seyrediyorum, arada sevdiğim kitapların sayfalarını hızlı hızlı gözden geçiriyorum. Eskiden üzüldüğümde ıhlamur kaynatırdım, şimdi bir fincan süt ısıtıyorum. Sezen Aksu'nun kaçırdığım şarkısı var mı diye albüm listelerini baştan sona gözden geçiriyorum. Arada da düşünüyorum. Öyle esaslı bir kırılma noktası olmadığı hâlde nasıl bu kadar değiştiğime hayret ediyorum. Herşeyi olduğu gibi anlamak, oluruna bırakmakmış biraz da. Belki de tükenmişlik böyle bir şey, şimdilik bilmiyorum. Sanki ciğerlerim yüksek sesle konuşuyor. İnsanlarla münasebetini her zaman aynı kuvvette, aynı düzlükte tutamazsın diye beni bir kez daha ihtar ediyor. Hak veriyorum ve herkesi bir bir bağışlıyorum.
..
Merhaba. Yılgınlık bahsini ben, bu yaşımda bu kez, bir yenilgi ile taçlandırıyorum.

28 Ekim 2015 Çarşamba

Ayaküstü atlatamamak insanı üzüyor. Hastalık ve hayal kırıklığından bahsediyorum. İnsan başına gelene bir miktar direnç elbette gösteriyor ve kendini tedavi etmeyi muhakkak deniyor. Üstesinden gelemiyor, o ayrı. Diğer taraftan hepimizin ömrü, ya birilerinin hayatında dilediğimiz yere karşılık gelmeyişimize üzülmekle geçiyor, ya da varacağımız yeri en başından bilmemize rağmen varıncaya kadar üzüntüsünü sırtımızda taşımakla. Diyeceğim şu ki, övünç meselesi hâline getirdiğimiz sezgi sefaletten başka bir şey değil. Siz ne düşünürsünüz bilmiyorum ama ben o hayal kırıklığının ilk hayretini daha katlanılır buluyorum. Çünkü ben, ummadığı yerden gelen belânın insanı hizaya getirdiğine inanıyorum. Şimdi, tam bu vakitte, on bir yaşındaki öğrencimin, sıra onun ödevini kontrol etmeye geldiğinde, gözlerini kaçırmadan "Babam öldü öğretmenim, ödevimi yapamadım. Ama şimdi söylerseniz hemen tamamlarım." deyişindeki üzgün vakarını, bugün Zeynep'in tam köşeyi dönecekken "Hafızamda kesikler var." deyip o köşeyi, o mecburi dönüşü benim boğazıma düğümleyişini düşünüyorum. Söylecek bir söz, teselli olmaya layık tek bir cümle bulamayışımı ise affedemiyorum. Artık biliyorum, insanın kendisi ile arası, böyle bir yerde açılıyor. Ve insan, içinde sağlam kalan son yerleri de, yine böyle bir yerde bir bir buduyor.

29 Eylül 2015 Salı

sol elle yazılanlar


Kuyu dolana kadar, dolup taşana kadar bekle,
Yeni bir şey yazma, yazmaya çalışma.
Daha önce yazdıklarına bakabilirsin,
Onların saçlarını tarayabilirsin,
Tüylerini yakabilir, yüzlerine bir kat boya
Bir kat hüzün daha atabilirsin;

Yeni kuyular açma, bu kuyu işini görür;
Huş ağacının altında otur
Cinlerinin başını okşa, bitlerini ayıkla.
Senden de, babandan da yaşlı,
Senden de babandan da bizanslı
Kargalarla konuş;
Süleyman’ın neşidelerini meşk et onlardan.

Yalnızlığına kendini ekip çöle çevirme onu,
Son çare, Tanrıyı ek, onun boncuklu kelimelerini,
Göğün ve cazın ırmaklarını geçir içinden

Bağa bahçeye çevir onu komşular için,
Yolcular için, yoksullar için,
Ağaçlarını buda, çitlerini onar,
Ama kapısını sök at yalnızlığının.

Bol bol uyu kıyısında şu ırmağın, bu ırmağın,
Hangisi alıp götürüyorsa rüyalara seni;
Ne yap yap rüya gör, bol bol rüya;
Rüyalarında yitir kendini.
Rüya göremiyorsan, otur şu ağacın
Ya da bu ağacın altında, rüya tasarla
Hangisinin kökleri göğe uzanıyorsa.

Yine de daralırsa için,
Yine de sığmazsa kafan evlere, kafelere,
Kuyunu sırtına vur kırlara açıl,
Dağlara tırman;

Yürürken kitap okuma ama,
Bir meleğe çarparsın sonra,
Bir ağaca, bir taşa,
Bir başka ‘yürürken kitap okuyan adam’a,
Kurt kuş güler sonra sana
Ve okuyup okuyup gülmelerine,
Ağlamalarına,

Dağa taşa yazı yazmayı bırak,
Göğe kuyu kazmayı bırak,
Kendi kendine konuşmayı da;
Son çare Tanrıyla konuş,
Tanrının rüzgârlara, yağmurlara
Ve yalnızlara öğrettiği kelimelerle.

* Cahit Koytak

2 Haziran 2015 Salı

üzgünlük bahsi

Bazı hikâyeler insanları birbirine yaklaştırır. Ama bazen de hikâyeler, sizi birbirinizden uzaklaştırır. Olay mahallini ilk terk edenler, hep yarası ilk iyileşenlerdir.  Bu neden böyle oluyor bir türlü aklım almıyor; ama bir zamanlar birbirinin yaralarını ağırlayıp, derdine iyi gelen insanlar, bir müddet sonra birbirine yük olabiliyor. Göz ve gönül mesafesi de ilk burada başlıyor. Gözden uzak olmak, “ortak bir mekânın paylaşanları olmamak” değil çünkü; eskisi gibi bakmamak demek. Gözden gönüle akan şey, artık kurudu demek. Gönüldeki tükenince de, akıl diliyle düşünüp akıl diliyle konuşmaya başlıyor insan. “Aklıma gelmedi, aklımdan çıktı, akıl edemedim” ilhamını hep buradan alıyor. Böylelikle mesafe git gide açılıyor ve işler artık, içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. İki gönül arasındaki o mesafede, dağınıklığı toparlama vazifesi ise gönlü en çok incinene düşüyor. Ve takdir edersiniz ki incinmek, yine en çok bana yakışıyor.

10 Mayıs 2015 Pazar

Bir şeye başlamak için, bir şeyle vedalaşmak için, içini dökmek için, yüreğini genişletmek ve daha bunun gibi bir sürü şey için bizi yüreklendirecek sebeplere muhtacız. Benim ihtiyacım ise hem kalbimi hem de zihnimi çokça meşgul eden hikâyeyi baştan sona bir daha okumaktı.
Ben seni yazarken, senden bahsederken, aslında çok güzel bir hikâye hediye etmiştim kendime. Seni anlatırken de, sen gidince kahrolurken de bu hikâyeyi ben güzelleştirmiştim. Hem belki okusan, seni severdin sen de. Hak bile verirdin bu yaraya methiyeler dizişime.
Peki ne oldu da vazgeçtin şimdi diye sorma, çünkü ben de bilmiyorum esasında. Bildiğim tek şey şu ki, insanın ardındaki hikâyeye, mesafe ne kadar uzaktan olursa olsun, tekrar temas edebilmesi vakit alıyor. Zamanın merhameti demek böyle tecelli ediyor.
Benim dünyadan muradım zaten kavuşmak değildi. Bana bıraktığın kedere yerleşmiş olmanın verdiği emniyet hissi şimdilerde bana bir ayak bağı. Alıştığım yokluğun konforunu sanırım bu kez hakikâten terk ediyorum. Ben, yine her zamanki ben, öyle büyük sözler etmiyorum. Yalnızca, içimdeki şarkıların ritmi artık değişsin istiyorum.

15 Şubat 2015 Pazar

Bir yerlerde bir fenâlık olduğunda, bu dünyada yalnızca hayrete memur kılınmış gibi, bu nasıl olur diye feryâd edip lanetler yağdırarak o fenalığı kendinden fersah fersah uzaklaştırıp kendini temize çekmeni gerçekten takdir ediyorum. O fenalığı yapanı hangi işkencelerle cezalandırıp nasıl bir ölümü layık gördüğünü tartışarak yüreğini soğutabilmeni de gerçekten takdir ediyorum. Kendinden ummadığın, aklına bile getirmediğin bir belâyı, dünyanın bir yerinde, bir başkasının eti titremeden, yüreği sızlamadan birine revâ görmesi seni dehşete düşürüyor, haklısın. Üstelik bunu yaparken utanmıyor, hem pişman da olmuyor. Ama sen öyle misin? Senin kudretinin sınırları birine bir zarar vermemek, bir kötülük düşünmemek ile çizilmiş. Nasıl bir bahtiyarlık, değil mi?
Aslında söylemek istediğim şu ki, ben, orda burda olup biteni, senden bağımsız bir şeymiş, senin hiçbir kabahatin yokmuş gibi kabul etmene tahammül edemiyorum. Bundan yalnızca iki yıl evvel çalıştığım okulda birden fazla meslektaşımın, bir çoğu aile içinde ağır vakalar yaşayan çocuklar için "Bunların hiçbirinden adam olmaz. Devlet alsın bunları okuldan, bizim de vaktimiz boşa gitmesin. Eğitime engel oluyorlar!"diye isyan ettiğine, okul müdürünün "Siz okula gelmeyin, biz sizi mezun ederiz." diye onları sokaklara saldığına defalarca şahit oldum. "Bunlara yüz veriyorsun, bunun abisini / ablasını okuttum, ailecek böyle bunlar." uyarısına kaç kez maruz kaldım bilmiyorum. Çünkü bu çocukların sebep olduğu her fenâlık, bizlerden beri. Bu çocukların anneleri ya da babaları tarafından hortumla, demirle dövülmeleri, sokaklarda zorla çalıştırılmaları, babalarının ya da abilerinin madde bağımlısı olması, uyuşturucu satın almak için para bulamayınca evdeki kadına bıçak çekmeleri, bu çocukların ilerde dönüşecekleri insan üzerinde hiçbir tesir bırakamaz, değil mi?
Bir yetişkinin bile baş edemeyeceği vakalarla çok erken yaşlarda yüz yüze gelen burnumun ucundaki bu çocukların sonradan dönüşebilecekleri şeyin, sebep olabilecekleri fenâlıkların örneklerini görmek beni kahrediyor. Her güne başka bir acıyla başlıyoruz. Sebep olana bedduamızı edip kutsal vatandaşlık görevimizi ifâ etmiş olmanın bahşettiği huzurla kendi dertlerimize gömülüyoruz. Burada insanın sonradan olduğu şeyin kendi iradesinden bağımsız olduğunu savunmuyorum, bir suçlu ile empati de kurmuyorum. Oturduğum köşede ben bugüne kadar bu olanlar ve bir gün olabilecekler için hangi zahmete katlandım, nasıl bir fedakârlık yaptım onu hesap ediyorum. Her defasında ise kendi haneme, çoğalan bir utanç yazıyorum.

6 Ocak 2015 Salı

Çaydanlıktan çıkan buharın sesi, fırından henüz çıkmış kekten dağılan tarçın kokusu, bir fincan kahve ve evin bütün odalarını dolduran yasemin, bu nadide kış sabahlarını pekâlâ güzelleştirebiliyor. Saçınızı da en yukardan bir kalemle tek seferde tutturabilseniz, artık dünyayı fethedebilirsiniz demektir. Hadi şimdi buyrun, tek derdinizin "canınızın istediği şeye geç kalmamak" olduğu günler dileyin.